































Hikaye şöyle başlar: Bir adam bir gün bir çatı katına yerleşir ve 28 gün boyunca yemek yeme eylemini kendi ellerini kullanarak gerçekleştirmeyeceğini, kendisini besleme yükümlülüğünü kendinden alıp topluma yüklediğini duyurur. Odayı ortadan ikiye bölerek siyah ve beyaz renge boyayıp, sınır bölgesine de bir masa ve iki sandalye koyar. İkili bir hayat sürdürecektir. O an aç ise siyah bölgede, tok ise beyaz bölgede vakit geçirecek ve bütün süreç boyunca konuşmayacaktır. Bu süreçte su, bitki çayı ve bağışıklığını koruyabilmek adına medikal vitamin tüketir. Duş almak için odadan kısa süreliğine ayrılmak dışında, terk etmeyecektir bu geçici evini. Görmek istediği bazı şeyler vardır, anlamak istediği, anlamaktan da ziyade hissetmek istediği. Birey nedir sorusuyla meşguldür aklı, toplum olmak, toplumsal olmak ne anlama gelir? Kendini hiç edip, toplumla birlikte var olmak, “bir”e değil, “hep”e izin vermek. Nedir bu aradaki bağ, bağlam, emek, sezgi… Bunları düşünür. Toplum vicdanı nedir? Birey bunun neresindedir? gibi bir sürü soruya gebe zihni okumaktan yorulmuş, deneyime açtır. 28 günün sonunda da performansı biterken bir dövmeci gelecek ve alt dudağının iç kısmına “tevazu” yazacaktır. Çünkü o; bütün bu olup biteceklerin bununla yakından bir ilgisi olduğunu düşünmekte ve yaşanacakları ömrünün sonuna kadar hatırlamak istemektedir.
Sevgiyle,
ata.
HİS TAKVİMİ
SEYİRCİ DEFTERİ
YA SONRA?
çıkışı biraz zor oldu bu sefer, kabul etmeliyim. öncekilere benzemiyordu. ilginç bi şekilde bu sefer beni bile şaşırttı. performansa girerken, tam o anda, yani susuyorum artık diyerek kendi içimde bunu kabullendiğim sırada, 16 şubat akşam7ye 5 kala, simgeyle sarıldık ve suratıma bakıp şunu söyledi; görüşürüz ata, 28 gün dile kolay, şaka gibi değil mi?, o bunu söylediğinde buz kesildim, sırtımdan soğuk terler akmaya başladı ve o an farkına vardım, gidiyordum. bi belirsizliğe, bi deneye, bi fırtınaya ve bi çeşit savaşa henüz girdiğimi o an anladım. ve bunu ona söylemek istedim, ama susmuştum çoktan. en erken 28 gün sonra söyleyebilirdim o an neler geçtiğini aklımdan.
evet çıkışı zor oldu, bunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum.
son gün, bi garip geçti zaten, sabahtan kalabalıktı, ve gittikçe kalabalıklaştı. bi sürü gelen giden, eskiler, yeniler, ilk kez gelenler, müdavimler, herkes oradaydı ve ben her şeyi, her kareyi hatırlıyorum. çünkü unutamam. etrafı izliyorum, ve herkes garip bi acelecilikte, odam telaş kokuyor. performansın bitişine hazırlanıyoruz, beklediğimiz bir şeyler var, 28 gün önce ilan etmişim: performansın sonunda bir dövmeci gelecek ve alt dudağımın iç kısmına ‘tevazu’ yazacak, çünkü performansın başlığı bu, ve ben ömrümce orada kalmasını istiyorum. dövmenin öncesinde son yemeğimi simge yedirecek, onu bekliyorum. geldi, masaya oturduk ve yedirdi, ama nasıl heyecanlı, elleri titriyor. ben de heyecandan pek yiyemedim zaten. son yedirenin yani simgenin de fotoğrafını çektim, duvara astım ve gitti.
etrafımda onlarca insan ve sadece didem’i bekliyorum, gelip dövmeyi yapması gerek artık. geldi, masaya malzemeleri kurdu, kamera, ışık, seyirciler, mahler ve başlıyoruz. saat 18.45 ve elimde o meşhur taş. sımsıkı tutuyorum. gerçekten sımsıkı. bi arkadaş dudak içi dövmenin fena halde acıttığından bahsetmişti çünkü. ve didem dövmeyi yapıyor. herkes sessiz. dövme makinesinin sesini ve mahler’i dinliyoruz. gözlerim kapalı. sakinim ama hafif acıdan ötürü gözlerimden yaş geliyor. ve dövme bitti. yavaşça masanın altına eğilip mahler’in sesini kısıyorum. hazır olduğumu hissettiğim o anda kalabalığa bakıp 28 gün sonra ilk kez şu çıkıyor ağzımdan; ‘hoşgeldiniz’ herkes şaşırıyor bi anda ve o an ben de seyircinin arasındayım sanki, kendimi unutmuşum neredeyse, sesim nasıldı, vücudumdan ses nasıl çıkardı, ben de şaşırıyorum o ilk anda. belki seyirciden daha çok. bi alkış kopuyor. sanki bana şunu söylüyor o birdenbire gelen, plansız alkış: aramıza hoşgeldin.
ben de öyle hissediyorum. aranıza hoşgeldim. 1 dakika önce bi nesneydim, şimdi insan oldum..
alkış bitiyor. ve herkes sindiriyor. ben artık nesne değil hayır bi özneyim. 28 gün bi sandalye gibi nesneydim onlar için ve şimdi bi özneyim, yani tekrar insanım..
alkış bitti ve 2 gündür hazırladığım konuşmayı okudum defterden. benim için bu performansın ne üzerine olduğundan bahsettim kısaca. ortam ölüm sessizliği.
konuşmamı borges’in 3. adam şiirinden bi dizeyle bitirdim. “Onarılmaz bir şey yaptım, bi bağ kurdum”
herkes suratıma bakıyor.
ve teşekkür ettim.
yeni doğmuş bi bebek gibiyim.
artık yetebilirim kendime.
çatal kaşık bıçak, kendi ellerimi kullanabilirim.
kendi kendimi besleyebilirim,
acıktığım zaman birini beklemeden yiyip içebilirim.
konuşabilirim,
muhtaç değilim başkasına.
hepimiz bu şaşkınlığı taşıdık o an. en çok da konuşuyor olmamın şaşkınlığı vardı seyircide de bende de.
sonra alt katlardaki performansları bitirmeyi teklif ettim.
28 gündür korkulukta asılı kalan deri ceketimi ve ayakkabılıktaki ayakkabımı giyidim ve alt katlara inerek diğer performansları bitirdik sırayla. ekin’i unutamam. onu o halde görseniz siz de unutmazdınız, emin olun. Odasında köşeye pısmış masum bi çocuk gibiydi sanki,
aşağıya indik, binanın önündeyim. sigara içiyorum sonunda özgürce. fotoğraf çekiliyoruz,
simge viski almış bana, açıyorum hemen ve ağızdan ağıza dolandırıyorum viskiyi. ortalık bayram yeri sanki. bi ara biri performansla ilgili bir şey soruyor. cevap veriyorum, yüzüme bakıyor, ben de onun yüzüne bakıyorum, bi 15 sn falan sessiz kalıyoruz ikimiz de, neden muhabbet devam etmiyor diye düşünüyorum ve o an fark ediyorum, İÇİMDEN cevap vermişim biraz önce meğer.. alışkanlığa gel, 28 gündür içimden konuşuyordum çünkü.. böylece performanstan henüz çıkamadığımı anlıyorum. sonra çekirdek ekip kapıları kapatıp iniyoruz alt kata. kutlama var. hem de ne biçim.. söylemeden geçmeyeyim; aslına bakarsan 22-23. günden sonra sanki içimden de konuşmuyordum. evet böyle garip bişey başıma geldi. performansın içine o kadar girmiştim ki, içimden bile müdahale etmiyordum olup bitene. hayat öylece önümden akıp geçiyordu sanki. bi film izler gibiydim sanırım.filmin içinde değildim. önce sesim susmuştu, sonra içim de susmuştu sanki. Bunu daha önceki 13günlük performansımda kısmen yaşamıştım ama bu bi tuhaftı.
binada alt katta kutlamadayız ve bikaç saat geçti, ve aklıma ne gelirse söyledim, aklıma geldiği gibi söyleyebilmenin keyfini yaşadım, yani kısacası çenem düştükçe düştü. her lafa atladım, ve ekin sesin kısılıyor senin dedi. bi baktım şöyle sesime hakikaten kısılıyor gibiydi. haftalardır kullanmadığım ses tellerimi bikaç saatte fazlasıyla yormuşum anlaşılan.
o gece bişey yiyemedim. arada masadakilere göz ucuyla baktım ama yemek gelmedi nedense içimden. içtim sadece. ve bolca konuştum, ama tüm gece sanki 1 metre yanımda başka bi biri konuşuyormuş gibi geliyordu, sanki benim ağzımdan çıkmıyormuş o sesler de hemen ötemde başka bri söylüyor ben de onu dinliyor gibi hissediyordum.
gece beyaz yatağa döndüm ve sızdım.
sabah ali ihsan uyandırdı(güvenlik görevlimiz): simge hanım aradı ve binayı artık boşaltmamız gerekiyormuş dedi. uyku sersemi beyaz komidine uzandım kağıt kalemi aldım elime, tam cevap yazacaktım ve ali ihsan uyardı: dur dur napıyorsun, performans bitti ya dün akşam artık konuşabiliyorsun! vay anasını hala çıkamamışım performanstan..
konuşmaya başladım, olmaz dedim, ben bu binadan bu halde çıkamam, çıkarsam gider tarlabaşında harcarım kendimi,biliyorum, kumarım biter bi anda. nası bağlanmışım meğer o siyah beyaz odaya, bu kadarıyla karşılaşacağımı ben de tahmin etmiyordum. duvara baktım ve o fotoğrafların o duvardan inecek olması fikri çıldırttı beni. gittim kendimi tuvalete kapattım ve şunu söyledim bağırarak: beni burdan anca polis çıkarır!!!
biraz sonra simgeden cevap geldi, durumumu anlamış ve 2 gün daha binada kalabileceğimi söylemiş, ali ihsan da güvenlik olarak benimle kalıyor tabi.
son gün son yemeği simge yedirmişti. yemekleri annem göndermiş koliyle, sarma dolma börek, döktürmüş yine. heyecandan pek yiyememiştim, ali ihsanla atıştırmaya başladık ertesi gün uyanınca. ama pek yiyemiyorum nedense. iştahım yerinde ama bi garip geliyor kendi ellerimi kullanmak. tam yemeklere uzanıyorum, sonra birden vazgeçiyorum istemsiz.
ali ihsanla balkona çıkıyoruz, anlattıkça anlatıyoruz birbirimize neler oldu bitti bu 28 günde.
yalnız çok ilginç birşey söyledi: bana yemek yedirmeye gelip beni tokken yakalayanların yarısı binadan çıkarken köşedeki çöp tenekesine fırlatmış getirdikleri yemekleri. duvara şöyle yazmıştım; beni besleyemeden giderseniz getirdiklerinizi dışarıda ihtiyacı olan birilerine verebilirsiniz. her gidenin o getirdiği şeyi dışarıda birine verdiğini düşünüyordum ben de.. ha tamam tahmin ediyordum tabi bazıları çöpe atacaktır ama ali ihsan yarısı diyince çok şaşırdım, bu baya ilginç bi istatistik.
biraz dolaşmak için binadan çıkıyorum, kuledibindeki ayyaşları ziyaret için iki bira alıp yanlarına gidiyorum. biraz muhabbet ediyoruz, acıkıyorum, dönerciye gidip yarım et döner siparişi veriyorum, tam kesecek, dur abi kalsın vazgeçtim diyip çıkıyorum dükkandan. çıkarken şaşkınım baya, açım ama yemiyorum nedense, sonra binaya dönüyorum hızlıca, odama dönmem lazım, tek bildiğim bu.
binaya gidiyorum, beyaz yatağa uzanıyorum ve susasım geliyor sadece. susuyorum. bir yandan da terk edildiğimi hissediyorum. sanki o yüzlerce insan bir anda terk ettiler beni. oda ne kadar sessiz, merdivenlerden ses gelmiyor artık, tak tak hızlıca çıkan yok, elinde yemekle gelen yok, seyirci yok artık. akşam oluyor ve açım ama yiyemiyorum. yiyesim gelmiyor bir türlü, sanki hala birilerini bekliyorum. birisi gelecek ve beni yedirecek. ümit besen denen herif boşuna söylememiş; alışmak sevmekten daha zor geliyor diye. neyse arabeske bağlamak istemiyorum ama performans bittikten sonra performansla olan duygusal bağım bir türlü bitemedi, hala birilerini bekliyordum sanki beni beslemeye gelecek, sustuğum zamanlarda sustukça susasım geliyordu, konuştuğumda da sırf kendi kendime bunu hak ettiğimi düşündüğüm için konuşuyordum sanki, istediğimden değil. ya da ne biliyim açlıktan midem ağrıdığında sırf performanstaki aç zamanlarımı hatırlattığı için seviyordum o mide ağrısını, devam etsin istiyordum.
ertesi gün de yiyemedim, sadece içtim, gecesinde de tarabaşına gidip, evet ne kadar karşı koymaya çalışsam da, harcadım kendimi saykedeliklerle.
pazartesi ekin geldi, toplandı gitti. 3 ay sonra gelecekmiş, sarılıp güle güle diyemedim, çünkü kabul etmek istemedim bunu. akşam bi kaç arkadaşı görmeye gittim, evet o gece de çeşitli maddelerle harcadım kendimi yine. muhabbete tam dahil olamadım ama, sanki hep susmak geldi içimden. ne söyleyeceksem sessizce kendime söyledim. sabah iğrenç bi güneşle leş bi halde uyanınca binaya koştum hemen, duş aldım, beyaza yattım. öğleden sonra binanın yakınındaki kafeye kahve almaya gittim, kahveyi beklerken masaların birinde birinin bana bakıyor olduğunu hissettim, döndüm baktım, ve işte en korktuğum şey başıma geldi; performansta beni yedirenlerden birisiyle karşılaştım. yanına gittim, kalp atışlarım uçuyor, elim ayağım titriyor. galatasaray liseliler çok gelmişti beni ziyarete. bu da o ekipten biri. teşekkür ediyorum kendisine, hafif muhabbet ediyoruz ve kaçıyorum hemen yanından. hayatımda yaşadığım en garip karşılaşmalardan biriydi bu, beni ilk kez performansta tanıdı o ve onun için bir nesneydim ben, ama şimdi bi özneye dönüşmüştüm bi anda. eğer hayatımız boyunca hiç karşılaşmasaydık beni hep o performatif estetik içerisindeki bi nesne olarak tanımlıyor olacaktı kafasında, ama şimdi birden o duvar aşıldı ve bi özne oldum onun için. ve o an bunun kargaşasını yaşadık ikimiz de. beni 2 kez yedirmişti ve o süreçte bi sürü vakit geçirmiştik, birbirimizi tanıdığımızı sanmıştık belki de. ama şimdi sanki sıfırdan tanışıyor gibiydik. o da benim kadar heyecanlandı o an ve o karşılaşmada sadece bocaladık galiba.
herneyse, o anı unutmak istiyorum, ama unutamam biliyorum. hani zamanın donup kaldığı anlar var ya, bu onlardan biriydi işte.
kahveyi alıp çıktım, sırtımdan terler akıyor, dideme mesaj attım, biraz sonra nişantaşındaki atölyesine geçecekmiş, tamam dedim geliyorum, dövmenin t ve u harfleri silinmiş, gittim üzerinden geçtik tekrar. ve size rahatlıkla söyleyebilirim ki bu sefer gerçekten acıdı dövme, yani performansın bitişinde yaparken acımamıştı o kadar. ama şimdi atölyede yalnızız ve inanılmaz acıdı. çünkü etrafımda o acıyı alacak seyirci yok bu sefer. dövmenin bütün acısını, o enerjinin tamamını ben emmek zorundayım. vardır bu performans sanatında; seyirci alır acıyı senden. bi büyü gibidir hatta ne olduğunu anlamazsın ama acıyı hafifletir seyirci, sünger gibi çeker senden.
didemle akşam için sözleştik ve çıktım atölyeden.
bi bira aldım sokakta içerek gidiyorum, nişantaşı, ne kadar sahte.
teşvikiye camisinde tuvalete giriyorum işemeye. sonra metro, şişhane derken kuledibinde, ayyaşların yanındayım, elimde siyah poşet, 6 tuborg kırmızı, oturuyorum yanlarına, tek kelime etmiyorum, bi herif var içlerinde 5 metre sakalı olanlardan, bana sesleniyor; lan senin hiç sesin çıkmıyor artık üstünden dozer mi geçti? tükürükleri akarak söylüyor bunları ve üzerime yığılıyor. iyi diyorum içimden, en azından hatırlıyor eski halimi. herif kucağımda, evet diyorum ona bakarak, son zamanlarda pek konuşasım gelmedi de..
ertesi gün simge geldi, ali de yanında. deryayla muhabbet ediyorduk bina önünde, benim odaya çıktık, baya bi konuştuk, sonra onlar benim günlükleri alıp okumaya başladılar, onlar okuyor, ben bilindiğimi hissediyorum, 1-2 saat geçti, günlükleri bitirdiler. ben beyaz yatakta onları izliyorum, simge soruyor nasıl oluyor da bu kadar ayrıntılı yazabiliyorsun her günü?, çünkü bilinmek istedim diyorum, bi görevdi bu benim için, bi zincir ya da. mahkumdum bütün bu olup biteni yazmaya. bilinmeliydi..
simgeler gitti, sokaktayım ve yalnızım yine. tek seçenek tarlabaşı. gidiyorum ve manavın köşedeki torbacılarla alışverişmiz gerçekleşiyor son bikaç gecedir olduğu gibi. o bana yuh ulan sende ne bünye varmış dercesine bakıyor, ben ona bak işte bu tablo intihara 5 dakika kala neler olabilir tablosu diyorum içimden. çünkü günler geçmesine rağmen hala kendimi terk edilmiş gibi hissediyorum. hem de ne biçim. o kadar boş hissediyorum ki kendimi.. haftalarca bi barajı doldurup sonra kapakları açmışım sanki, su falan kalmamış. nereye gitti ulan onca insan. allah hepinizin belasını versin göt oğlanları! bunu kendime ben mi yaptım yoksa siz misiniz asıl suçlu?
ertesi gün cihangirde bi ara sokakta bi çöp tenekesinin hemen yanındaki bi bankta uyanıyorum, bankın hemen önünde kusmuk yığını, muhtemelen benim eserim. nerede olduğumu öğrenmek için yakındaki bi markete gidip soruyorum, neredeyim ben?, ne ara geldim amınakoyum buraya!? sonra hemen yürüyerek binaya geri dönüyorum. derya henüz gelmemiş. kapıyı çalıyorum ama açan yok, bi daha basıyorum zile, bidaha bidaha bidaha, ama yok derya. kuledibinde gidip tekelin birinden bikaç bira alıyorum, geri dönüp binanın önüne oturuyorum, derya gelmiş, kapıyı açıyor, gidip bi duş alıyorum, ağzım leş, dişlerimi fırçalıyorum, ve işte o kasırga başlıyor. bavulumu toplamalıyım artık. odama çıkıyorum, her yer leş, dağınık. seyirciden gelen mektuplar, hediyeler, kirli çamaşırlarım, polaroid fotoğraflarım. hepsini toplamalıyım. önceki gün deryayla duvardaki fotoğrafları indirip albüme yerleştirmişiz, herşey çok yoğun geliyor o an. nerden düştüm bu cehenneme. neden yaptın kendine bunu ulan! yıkıl karşımdan! demek geçiyor içimden. ama sonra usulca bavulumu toplar buluyorum kendimi. yavaşça yerleştiriyorum herşeyi. bavul tamam, kapıdan çıkması kaldı bir tek. deryayla zemin kattayız, bi bavula bakıyorum, bi kapıya, bi deryaya, bi bavula, bi kapıya. ve deryayla sarılıyoruz. ama nasıl bir sarılmak o, peygamber görse utanır, öyle bi samimiyet işte.. haftalarca arkamı kollamış, iyi olup olmadığımdan emin olmaya çalışmış.. derya diyorum içimden, keşke şu anı sonsuza kadar yaşasam..
zaman-mekan buna izin vermiyor görelilik teoremine göre, ve ayrılıyoruz deryayla. bavulumu alıp çıkıyorum binadan. bina önünde bavulun fotoğrafını çekip simgeye gönderiyorum whatsapptan; ‘başka bir hikayede görüşmek üzere’. o an görüyor mesajı, ve bişeyler yazıyor, şimdi tam hatırlamıyorum, ama üzülüyor o da.
sonra otogara gidiyorum, iğrenç bi öğlen güneşi var, saat 15.30 otobüs gelmek üzere. bi 15-20 dakikası var, kafeteryaya gidiyorum ve nohutlu pilav siparişi veriyorum. herif tam hazırlayacakken araya giriyorum; vazgeçtim, kalsın kalsın sipariş iptal. bi an durup bana bakıyor, ben de ona. şaşkın ama 3 saniye sonra diğer işine geri dönüyor. ben dönemiyorum. çünkü hala yemek yiyemiyorum, sanki hala birilerini bekliyorum…
otobüs geldi ve ankaradaki o bok çukuruna dönmek için o sikik otobüse biniyorum.. işte böyle.

İ. Ata Doğruel
Performans Sanatçısı
İ. Ata Doğruel (d. 1991, Kütahya), performanslarında soyutlanma, dayanıklılık gibi kavramlar üzerine yoğunlaşarak, uzun süreli performanslar ile bedensel ve zihinsel sınırlarını zorlamayı hedeflemektedir. Lisans eğitimine Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesinde başlayıp Medya ve Görsel Sanatlar Fakültesinde eğitimini tamamlamıştır. Sanatçı 9 günlük açlık, 13 günlük sessizlik gibi kendini, doğayı, evreni keşfederek daha fazla soru üretmeyi amaçladığı performanslar gerçekleştirmiştir. Doğruel, performans sanatını bu yolda aracı olarak kullanmakta ve anlam arayışını sürdürmektedir.
Sanatçının başlıca performansları arasında; Performistanbul’un Simge Burhanoğlu küratörlüğünde gerçekleştirdiği İhtiyaç: Sen 672 saat Canlı Süreç kapsamında Tevazu (solo) (İstanbul, 2018), “Venice International Performance Art Week” Co – Creation Live Factory Prologue 1 kapsamında Eva Martino ile We have just only met (Venedik, 2017), Pedro Gómez-Egaña ile Eşyaların Etki Alanı, “15. İstanbul Bienali” kapsamında (Galata Rum Okulu, İstanbul, 2017), Performistanbul ile Simge Burhanoğlu küratörlüğünde Elçi (solo) (Pera Müzesi, İstanbul, 2017) ve Performistanbul ile “Zilberman Projects” kapsamında Sonsuz Tarla (solo) (Zilberman, İstanbul, 2017) bulunmaktadır.























































































































































































































